Menu

Evrende Yalnız Mıyız?

Bazen gökyüzüne baktığınızda binlerce yıldız görürsünüz. Hepsinin bizim yıldızımız gibi “güneşler” olduğunu düşünerek baktığınızdaysa farklı düşünceler ister istemez aklınıza düşer. Bunlardan en önemlisi, oralarda bizden başka canlılar olup olmadığıdır. Bu muazzam büyüklükteki evrende sadece Dünya’da yaşamın var olduğunu düşünmek çılgınlık olurdu herhalde. Her ne kadar ilkel olursa olsun, yeter ki Dünya’nın evrende tek başına olmadığını gösterecek hayat olsun. Arama çalışmaları ve araştırmalar henüz sonuç vermediyse de, bazı bilim insanlarının ihtimal analizlerine göre, er ya da geç bir yaşam formunun izi bulunacaktır. Bu haklı bir düşüncedir.

Çünkü sadece bizim galaksimizde bile, Dünya’ya benzeyen gezegen sayısının 600 milyon kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bu makalemde, Dünya dışı olası yaşam formlarından ve Amerika’nın 1960’lı yıllardan beri öncülük ettiği SETI@Home adlı geniş çaplı “Dünya Dışı Yaşam Formu Arama” projesine gelen, üzerinde inceleme yapıp, uzun süre kafa yorup çözmeye çalıştıkları sinyallerden bahsedeceğim. Yaşamı aramak için öncelikle içinde bulunduğumuz Güneş Sistemi’nden başlamak istiyorum. Eğer Güneş Sistemi’nde Dünya’dan başka bir gezegende ya da onların çevresinde dolanan uydularında yaşama dair bir ipucu bulabilirsek, kâinatın derinliklerindeki yaşam olasılığını da büyük ölçüde arttırmış oluruz. Çünkü Güneş Sistemi’nde bulacağımız herhangi bir yaşam izi, henüz tanımı tam olarak yapılamayan bu olgunun evrende çok yaygın olarak bulunduğu anlamına gelebilir. Öyleyse Güneş Sistemimizin diğer gezegenlerini bir ziyaret edelim.

Merkür: Aslına bakarsanız özel ve birçok bakımdan henüz keşfedilememiş bir gezegendir. Çünkü Güneş’e olan yakınlığından dolayı Dünya’dan gözlenmesi oldukça zordur. Yıldızımızın yüzeyinden ortalama uzaklığı “sadece” 58 milyon Km’dir. Güneş’in çok güçlü radyasyonu bu kurak Dünya’yı yaşanılması zor bir yer kılmaktadır. Sadece bu mu? Yavaş dolanım hareketinden dolayı aynı yarım küre uzun zaman Güneş ışınlarına maruz kalır; gündüzleri sıcaklık 430°’nin fazlasına ulaşır, geceleri ise -172°’ye kadar düşer. Gece ile gündüz arasındaki ortalama 500°’lik sıcaklık farkı Güneş Sistemindeki diğer gezegenlerin en yükseğidir. Merkür’ün ekseni etrafında dönmesi çok yavaştır. Yani bir günü bizim 58 günümüze eşittir. Güneş Rüzgarı’nın şiddetli etkisi altında kalan gezegenin kütleçekim gücü de çok zayıf olup, çevresinde ağırlıklı olarak helyumdan oluşan, çok ince bir gaz katmanı vardır. Güneş Rüzgarı’nın en yoğun kısmını oluşturan Alfa parçacıkları (Helyum çekirdekleri) devamlı olarak yakalanıp gezegen üzerine yayılmaktadır.

İyi bir hedefmiş gibi gözükmüyor. Öyleyse sıradaki gezegenimize bir göz atalım:

Venüs: Venüs Dünya’ya çok benzer. Boyutları, yoğunluğu, yerçekimi, güçlü yansıtma özelliği ve parlaklığından sorumlu olan gazlı bir atmosferin varlığı, onunla bizim gezegenimiz arasındaki ortak yönlerdir. Bu nedenle uzun bir süre boyunca Venüs’te, Dünya’dakilere benzer yaşam formları olduğuna inanılmıştır. Hatta bu muhtemel yaşam formlarını araştırmak için ABD’den de, Sovyetler Birliği’nden de birçok keşif sondaları gönderilmiştir. Ancak gezegenin atmosferini ve yüzeyini inceleyen bu sondalar, en küçük yaşam formunun bile bulunması ile ilgili her türlü ümidi yok etmiştir. Venüs’ün Dünya’ya benzediğini söylemiştik ama aslında o kadar da değilmiş.

%65’i düzlük olan Venüs, CO2 (karbondioksit) den oluşan kalın bir atmosferle çevrilidir. Yaklaşık 85 km yüksekliğindeki yoğun atmosfer tabakasının %96’sı CO2 dir. Alt katmanlarındaki basınç, Dünya’da deniz yüzeyinde ölçülen basıncın 92 katından fazladır. Ortalama 50 km yükseklikte bulunan bulutlar, ağırlıklı olarak sülfürik asitten oluşur. Ayrıca Venüs yüzeyinde yarı gölge ortam her yerde hâkimdir. Çünkü bulutlar çok yoğun ve parçalı olmadığı için Güneş’i görmek olası değildir. Bu yüzden aşırı sıcak bu yarı gölge ortamda arada bir sülfürik asit yağmurları yağmaktadır. Aynı zamanda gezegen “kasırga kadar” şiddetli rüzgârlara maruz kalır ve sera etkisinden dolayı ortalama sıcaklığı nerdeyse 500°’dir. Bu yüksek sıcaklığın diğer bir nedeni de Venüs’e ulaşan Güneş radyasyonu miktarının çok yüksek olmasıdır. Dünya’nın “ikiz kız kardeşi” olan bu gezegen yaşama aşırı düşmanmış gibi gözüküyor ama aynı zamanda böyle giderse sera gazlarının etkilerinin bir örneği olarak Dünya’nın geleceği hakkında da canlı bir örnek sunuyor.

Mars: Küçük ve soğuk bir gezegen. Aslında birçok bakımdan Dünya’yı andırır; kutup bölgeleri mevsimlerle beraber farklılık gösterir. Yüzeyde eskiden nehirlerin ve volkanik faaliyetlerin olduğuna dair izler vardır ve çok eski zamanlardan beri Mars’ta yaşam formlarının olduğuna dair şüpheler olmuştur. 1877 yılında Schiaparelli Mars’ın yüzeyinde koyu ve düzenli görünümlü kanal şekilleri tarif etmişti. Ancak bunlar, Schiaparelli’nin yorumladığı gibi canlı yaşam formları tarafından inşa edilmiş kanallar değil, atmosfer hava burgacının (türbülans) yarattığı optik yanılsamalardı. Nitekim Mars üzerinde yaşam olduğuna dair şu zamana kadar yapılmış araştırmalarla hiçbir gösterge bulunamamıştır. Gezegenin sıcaklığı sıfırın altında düzinelerce derece ile sıfırın üstünde birkaç derece arasında değişir ve günlük sıcaklık farklılıkları çok yüksektir (gece ile gündüz arasındaki fark 50°’ye ulaşabilir). Bu büyük farklar kısmen, çok seyrek olan atmosferden kaynaklanır. Dünya’nın atmosferinden 10 kat daha az yoğun olup, her ne kadar ağırlıklı olarak CO2 den oluşuyorsa da, kayda değer bir sera etkisi geliştiremez.

Mars bir zamanlar büyük ihtimalle bugünkünden çok farklıydı. Geniş kanyonlarından ve alüvyon tipi düzlüklerinden, yüzeyinin akan bir sıvı tarafından şekillendirildiği anlaşılıyor. En kabul edilir kurama göre bu sıvı suydu. Birkaç milyar yıl önce Mars’ta da nehirler vardı, büyük ihtimalle taşkın bir yapıya sahiptiler ve gezegenin yüzeyini şekillendirdiler. Ancak şu an o sudan hiçbir iz kalmamıştır. Ne sıvı durumunda, ne de gaz durumunda su yoktur. Gerek Ruh (Spirit), gerek Fırsat (Opportunity) ve gerekse de diğer Mars’a gönderilen uzay araçları gezegenin milyarlarca yıl önce yaşam için uygun koşulları barındırdığını ortaya çıkardı. Yörünge araçları ile 2002’de kutuplarda, yüksek ve orta enlemlerde toprağa gömülü durumda su buzu olduğu belirlenmiş ve bu tespit 2008’de Anka Kuşu (Phoenix) ile doğrulanmıştı. Bu yeni kanıtlar Mars’ta sürmekte olan iklim değişimleri nedeniyle suyun zaman zaman azaldığını gösteriyor.

(Victoria krateri. Derinliği 75, eni ise 750 metre civarıdır. Bu fotoğrafta Mars’ın alt katmanlarını görüyorsunuz. Çukura gönderilen araştırma robotu “Opportunity” kayalarda ancak suyun varlığı ile açıklanabilecek aşınma izlerine rastladı.)

Geriye kalan gezegenler (Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün) ise kesin bir görüşle yaşamı barındıramayacak gaz devleridir. Birçok yönden hala gizemli olsalar da yaşam için bir sürpriz hazırlamadıkları çok açık. Yaşamın olmadığı kocaman gaz balonları olarak üzerinde basabileceğimiz bir yüzeye bile sahip değildirler.

Gezegenleri yaşam olasılıklarına ve koşullarına göre değerlendirdik. Şimdi sıra dikkat çeken uydularında.

Bilim insanlarının üzerinde çokça durup düşündüğü ve hayaller kurduğu bir yere gidelim: Jüpiter’in Galilei Uyduları’ndan “Europa” uydusuna.

Europa’da sıcaklık -150°’dir. Ay’dan biraz daha büyük olup, tamamıyla buzlarla kaplıdır. Ancak bu katı koşullar arasında bile Jüpiter çevresinde 1995 yılından 2003 yılına kadar görev yapan Galileo sondası buzun altında çok geniş, tuzlu bir denizin varlığını keşfetmiştir.

 

Deniz, gel-git etkileşiminin yarattığı ısıdan dolayı sıvıdır. Biyokimyacılarımıza göre moleküller birbirleriyle kimyasal bağlar yaparak daha karmaşık bir yapıyı oluşturur. İleride çevresel koşullarla birlikte yaptıkları bağ sayısı artarak daha da karışık yapıları ve organizmaları oluşturabilir.

Europa, Güneş Sisteminin en pürüzsüz cismidir, en yüksek yüzeysel oluşumları bile birkaç yüz metreyi geçmez. Ayrıca Jüpiter’in diğer uyduları olan Io, Ganymede, Titan ve Triton ile birlikte, atmosfere sahip az sayıda uydudan biridir. Io sülfür buharı ile çevriliyken, Europa’nın zayıf bir manyetik alanı da vardır. Jüpiter’in çevresindeki dolanım hareketinden dolayı, gezegenin güçlü manyetik alanının etkisiyle periyodik olarak değişime uğrar.

Biraz soğukta olsa yaşam ihtimali göz önüne alındığında hiçte fena bir yer gibi gözükmüyor değil mi?

 

(Erken dolunay evresindeki Europa. Robot uzay aracı Galileo, bu mozaik görüntüyü 1995-2003 yılları arasında Jüpiter yörüngesindeki görevi sırasında çekmiştir. Resimde görülebilenler arasında parlak buz düzlükleri, ufka kadar uzanan çatlaklar ve büyük bir olasılıkla hem buz hem de toz- toprak içeren koyu renkli bölgeler sayılabilir. Yerden yüksek olan arazi, özellikle gece gündüz çizgisi yakınında gölge yaptığı yerde belirgin durmaktadır.)

İleride Europa’nın yüzeyine bir araştırma robotu göndermek, bilim insanlarının planları arasında yer alıyor. Bilim insanları, Europa’nın yüzeyinin altındaki okyanusta bizim okyanuslarımızdaki gibi derin deniz akıntıları ve zor yaşam koşullarına adepte olmuş çeşitli yaşam formlarıyla karşılaşacaklarına inanıyorlar. Bizde öyle olmasını umuyoruz. Ayrıca Jüpiter sistemine yapılacak bir sonraki görev olan “Europa Jüpiter Sistemi” adı verilen görevde NASA ve ESA ortak çalışma yürütecek. Çalışmayla Jüpiter Sistemi’ndeki uyduların çevresinde dolanacak araçlar gönderilecek. Görevle Jüpiter’in iki uydusu yakın izlemeye alınacak. Jüpiter sistemine gönderilecek araçlardan NASA’ya ait olanı Europa çevresinde, ESA’ya ait olanı ise Ganymade çevresinde yörüngeye oturacak. Yeni görevle birlikte Güneş ve Jüpiter Sistemi ile daha ötesine kadar uzanabilecek yeni yaşam anlayışı ortaya çıkabilir. Çünkü yaşam bildiğimiz biçimde ve buzun altında olmak üzere iki şekilde ortaya çıkabilir. Bu da ancak yerinde ve doğal laboratuarlar olan uyduları gözleyerek yapılabilir. Aynı zamanda araçlar Jüpiter Sistemi’ndeki büyük uydular olan Io ve Callisto’yu da inceleme fırsatını yakalayacak. Europa Yörünge Aracı Jüpiter’in Europa uydusundaki nispeten ince buz katmanını ve yüzeyde oluşan sırtları ve “çil” gibi kabarcık yapıları inceleyecek. Aynı zamanda araç yüzeye gelecekte yapılabilecek inişler için uygun noktaları belirleyecek.

Aynı şekilde çatlaklarla kaplı buz zırhının altında sıvı su bulunduğu tahmin edilen diğer bir uydu “Enceladus”. Satürn’ün 6’ncı büyük uydusu ve çapı yaklaşık 500 Km. Burada da herhangi bir yaşam bulunursa, en basitinden ilkel formda organizmalara saptanabilirse, yaşama uygun koşulların sadece yerküremize benzer gökcisimleriyle sınırlı olmadığı kanıtlanmış olur.

Arıyoruz… Ama bakılması gereken o kadar çok yıldız ve olasılık var ki… Yine de biz yaşayabileceklerini umduğumuz yerlerle işe başladık. Ötegezegenler. Yani Güneş’in değil de diğer yıldızların çevresinde dolanan gezegenler…

Başka Gezegenlerde Hayat Var mı?

Teleskopun 400 yıl önce icat edilmesinden bu yana bilginler, dünya dışı yaşamın olasılığına kafa yoruyor. O güne dek Aristoteles’in Dünya’nın ve üzerinde yaşayanların kozmik açıdan istisnai bir örnek olduğu yönündeki tezi geçerli kabul ediliyordu. Ancak teleskop, komşu gökcisimlerin temelde gezegenimizden farklı olmadığını kanıtladı. Ay’ın dağları, Jüpiter’in kendi uyduları, Mars’ın ise donmuş kutupları var. En iyi teleskoplar ve ileri uzay sondalarıyla bile Güneş Sistemimizin diğer gezegenlerinde yaşam şu ana kadar saptanamadı. En iyi ihtimalle Mars ya da Jüpiter’in Europa uydusu çok basit mikroorganizmalara ev sahipliği yapıyor olabilir. O halde diğer güneşlere de bakmalı.

Sadece galaksimiz Samanyolu’nda en az 100 milyar yıldız var. Bunların belli bir yüzdesi büyük oranda Güneşimize benziyor – ışık spektrumunda benzer değerler gösteriyorlar ve yaşları da tutuyor. Kendi gezegenlerine sahiplerse Samanyolu’nda yaşamın ortaya çıkmasına uygun milyarlarca gökcismi dolanıyor olabilir. (bkz: Drake Denklemi) Popüler bilim yazarı Carl SAGAN’IN deyişiyle, “uzaydaki mavi noktamız” gibi milyarlarca dünya.

Sagan, Güneş Sistemi’mizin evrende olağan bir görüngü (fenomen) olduğunu var sayıyordu. Hatta “Kopernik İlkesine” göre Dünya’nın son derece sıradan bir gezegen olma olasılığı yüksek. İlke adını, Güneş’in Dünya’nın çevresinde değil, aksine Dünya’nın Güneş’in yörüngesinde yol aldığı evren tasavvurunu geliştiren ve Aristoteles’in tezine, dolayısıyla yerkürenin eşsiz olduğu iddiasına itiraz eden ilk matematiksel modelin mucidi Nicolaus COPERNICUS’tan alıyor. Bu dizgenin tutarlı sonucuna göre yaşam sıra dışı değil.

Orada bir yerlerde başka canlıların da yaşadığını düşünmeye başlayınca, daha derin sorular sökün ediyor

Kâinatın merkezi olduğumuza dair algımız ne olacak? Kozmik kuzenlerimizin bizden üstün olması, daha gelişkin bir medeniyet yarattıklarının ortaya çıkması bizi incitir mi? O durumda evrenin dokusundaki yerimiz ne olur? Böyle bir keşfi sineye çekip alışageldiğimiz hayatımıza mı döneriz?

Ne de olsa bir zamanların Avrupalıları için uzak diyarlarda bilinmeyen ve kudretli medeniyetlerin olası varlığı sorun teşkil etmemişti. Peki, bu sorulara kafa yormanın bir anlamı var mı? Kepler 7 Mart 2009 da fırlatıldı ve 2012 Kasım ayına kadar görevine devam edecek. 500’ü geçkin gezegen bulundu ve Kepler’de bu buluşlara büyük katkılar sağladı. Ancak Dünya benzeri gezegenler şu ana kadar tam olarak saptanamadı. Çoğu gaz devi ve yaşamı barındıramayacak özellikte. Ancak Bill BORUCKI ve ekibi bu sorunun yanıtını bulacaklarına dair umutlu.

Teknik açıdan yeni gezegenlerin varlığını ele veren gölgeleri: Bir gezegen, yıldızıyla Dünya arasındaki görüş hattını böldüğünde beliren ve yıldız ışığını seyyar lekeler gibi kesen kısacık tutulmalar. Kepler Teleskopunun geçiş (transit) yöntemi ile aradığı bu.

(Geçiş (transit) yöntemi. Yıldızının  önünden geçen bir ötegezegenin parlaklığında meydana gelen değişim ve dalgalanmalar. Bu sayede ötegezegen kendisini ele verir.)

Borucki henüz 1984 yılında, parlaklıkta görülen böylesi dalgalanmalar (yukarıda ki resimde olduğu gibi) sayesinde uzak yıldızlara ait yerküre büyüklüğündeki gökcisimlerin saptanabileceğinden emindi. “O zaman herkes bunun mümkün olmayacağını söylüyordu” diye hatırlatıyor araştırmacı o günleri.

Bir gezegen geçişine benzetilebilecek birçok görüngü (fenomen) olabilir. Örneğin “astrosismoloji” diye ayrı bir disiplinin konusu olan ve yıldızların içyapısı hakkında fikir veren yıldız depremleri, tesadüfen görüş hattını kesen başka nesneler veya astronomların özellikle çekindiği yıldız lekeleri. “Yıldızların lekeleri vardır ve ne kadar gençlerse bunların sayısı o denli fazla olur.” İstatistiğe göre gözlemlenen 170.000 yıldızın üçte biri Güneş’ten genç ve dolayısıyla gezegen arayışı için fazla lekeli olmalı. Geriye her halükarda 100.000 “temiz” yıldız kalıyor. “Bu sayı bizim için yeterli. Bu denli fazla ölçüm yapınca sonuç istatistiksel açıdan muhakkak anlamlı olacaktır. 100.000 yıldızdan her biri Dünya boyutlarında ve benzer yörünge izleyen bir gezegene sahip olsa, Kepler bunların 40 ile 50 kadarını saptamalı”. Çünkü istatistiğe göre ancak çok küçük bir kısmı teleskopun görüş açısını kesiyor. Demek ki Kepler 50 “dünya” bulursa, hemen her yıldızın böylesi bir gezegene sahip olduğu sonucuna varılabilir. Sadece 20 bulabilirse, yıldızların yaklaşık yarısı bu tür bir gezegene sahip demektir. Diğer yandan hiç yerküre benzeri gezegen bulunamazsa, normalde yıldızlara bu özellikte gezegenlerin eşlik etmediği anlamı çıkabilir. Bu durumda Güneş Sistemimiz büyük bir istisna oluşturur. Ancak hemen hiçbir astrofizikçi bu tür olumsuz sonuç beklemiyor.

San Francisco State Üniversitesi’nden gezegen araştırmaları öncüsü Geoff MARCY şöyle diyor: “Sonuç üzerine bahse girecek olsam, tahminim gayet net olurdu. Kepler, ben dâhil çoğu astronomun umduğu sonuca ulaşacak; teorik açıdan yaşam doğurabilecek gezegenleri bulacak.”

Özellikle SETI (Search for Extraterrestrial Intelligence – Dünyadışı Akıllı Yaşam Arayışı) Enstitüsü araştırmacıları çok umutlu. SETI, Borucki’nin ofisine otomobille birkaç dakikalık mesafede. Gezegen arayışının başarılı olması SETI’yi de canlandırır. Enstitü, Dünya dışı radyo sinyallerinin araştırılması için 1993’ten beri özel destekleyicilere (sponsor)  muhtaç. Proje müdürü Jill TARTER, Kepler’in Dünya benzeri gezegenler keşfetmesiyle, radyo teleskoplarının kullanımı için daha fazla kaynak bulunacağını umuyor.

Bu arada Kepler’in izlediği yıldızların çoğu Dünya’dan yüzlerce ışık yılı uzakta. Oralardan gelecek olası mesajlar, radyo iletişimimizin doğrudan ulaşabildiği yakın yıldızlara göre çok zayıf kalırdı. Tarter ise umutlu. “Oralarda pekala bir mega-verici olabilir” diyor. “Yıldızlararası bir iletişim ağının merkezi. Elbette biz insanlar böylesi güçlü vericiler inşa edemiyoruz. Ama bu, daha gelişkin bir medeniyetin bunları inşa edemeyeceği anlamına gelmez.” Böylesi zihinsel egzersizler ayakları yere basan bilim insanlarını cezbetmiyor. Onlar sadece evrende yaşam barındırmaya uygun kaç gezegen olduğunu saptamak istiyor: Ölçüm, kestirim, sonuç.

Geoff MARCY’ye göre yerküre benzeri bir gezegenin varlığından kalkıp fiilen yaşam barındırdığını varsaymak şöyle dursun, yaşama elverişli olduğu çıkarsamasında bulunmak bile hayli iddialı. “Kepler bize yıldızların etrafında hayata elverişli bölgede Dünya büyüklüğünde gezegenlere sık rastlandığını gösterse bile, onların neye benzediğini hala bilmiyor olacağız. Bunlar pekâlâ kilometrelerce derinleşen okyanuslara sahip su dünyaları da olabilir.” Marcy aradığımızı bu tür gök cisimlerde bulabileceğimizden kuşkulu – en azından kıyı şeritleri ve sığ denizleriyle yerkürede gelişebilmiş biyolojik çeşitlilik göz önüne alınırsa. “Bir diğer ihtimal gezegenlerde yeterince su bulunmaması” diyor Marcy. “Güneş Sistemimizdeki gezegenlere bakın; neredeyse hiç su yok! Belki de Güneşimize benzeyen 100, 1.000 hatta 10.000 yıldızdan sadece birinde denizlere sahip bir gezegene rastlayabileceğiz.”

Ama ya varlarsa ve gerçekten yaşam barındırıyorlarsa?

Bu gezegenlerde olup bitenleri gözlemleme şansımız var mı? Dünya dışı olası yaşamlar mega-vericiler işletmese bile? Evet, farın önündeki ateşböceğini keşfetmek ve gezegeni kendi güneşinin ışığında görmek kuramsal açıdan mümkün.

Gerek NASA gerek Avrupa Uzay Ajansı (ESA) bu işe yarayacak bir süper uzay teleskopu üzerinde çalışıyor. NASA, projesini “Terrestrial Planet Finder (TPF) ”, ESA ise “Darwin” olarak adlandırdı. Planladıkları eşgüdümlü işleyen uzay teleskopu filoları. Bir dış gezegenin ışığını yıldızından ancak böyle ayırabilirler. Yeni konsept gezegen atmosferinin bileşenlerini saptamak için de daha uygun. Ve bazı gazlar, örneğin oksijen, neredeyse kesin olarak yaşama işaret eder. Ne var ki, aşırı maliyetli olan böylesi projeler ancak üçüncü aşamada gerçekçi kabul ediliyor. Gelecek vizyonu aşağı yukarı şöyle: Kepler, Dünya benzeri gezegenlere sık rastlandığını ortaya çıkarırsa, ikinci aşamada evrenin yakın kesimlerinde bu tür gökcisimler aranacak. NASA’nın 10 yılı aşkın süredir üzerinde çalıştığı ve en erken 2018 yılında göreve başlaması planlanan “Interferometry Mission” bu işin üstesinden gelebilir.

Bizden sadece 10 ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın çevresinde, yaşama elverişli alanda ve yerküre büyüklüğünde bir gezegen bulunursa, Darwin veya TPF sınıfı teleskop sistemi için gerekli 5 ila 10 milyar Avro kaynağı yaratmak sorun olmayacaktır. Nihayet keşfedilmiş, yabancı bir güneşin ısıttığı ikinci dünyada hayat olup olmadığını, en cimri politikacı bile bilmek isteyecektir.

Şimdi konuyu genelleyelim. Samanyolu galaksimizin bir yerlerinde acaba zeki bir yaşam formu var mı? İşte bu insanlık var olduğundan beri merak edilen ve şıkça sorulan bir soru. Gerçekten de yalnız mıyız? Bu korkutucu büyüklükteki evrende bizden başka zeki canlılar mevcut mu? Peki ya göremesek ya da radyo sinyallerini duyamasak da ama orada bir yerlerdeyseler, o zaman neredeler? Neden bizimle iletişim kurmuyorlar ya da kuramıyorlar?

Her şey bir yana bir yüzyıldır uzaya sinyal yolluyoruz. Radyo yayınları bize ulaşmakla kalmayıp, aynı zamanda uzaya da yayılıyor. Adeta Dünya’nın tarihi uzaya yayınlanıyor da diyebiliriz. Eğer Dünya dışı akıllı bir yaşam mevcutsa, bizim varlığımızdan bir şekilde haberdar olmaları gerekmiyor mu? Evet.

Ancak ne yazık ki yayının ulaşabildiği alan içinde sadece birkaç yüz yıldız var. Yani yayınlarımız henüz daha fazla yıldıza ulaşamadı bile. Bir diğer tahminse; muhtemelen nerede olduğumuzu bilmiyorlar. Bunun sonucunda da onlardan sinyallerimize cevap alamıyor olabiliriz. (Bkz: Fermi Paradoksu)

Bir gün radyo yayınlarımızın ulaşabildiği alan büyüdüğünde, birileri varlığımızdan haberdar olabilir, ama ne zaman? Burada sorun kanımca Samanyolu galaksimizin yapısının yassı olmasından kaynaklanmakta. Bu durumda galaksimizde Dünyamıza uzak herhangi bir noktada bulunuyor olabilirler. Öyle tahmini bir uzaklığa radyo ve TV yayınlarımızın ulaşabilmesi binyıllar boyunca sürebilir. Oysa biz sadece daha önce de dediğim gibi, yaklaşık olarak bir yüzyıldır sinyal gönderiyoruz. Bu nedenle iletişim kurulup kurulmayacağı, haliyle onların bulundukları yer mesafesi ile de orantılıdır.

Bizi Duyabilen Var mı?

Evrendeki yaşam ortaklarımızdan gelmesi olası radyo sinyallerini dinlemek amacıyla kullanılan Dünya’nın belli başlı radyo teleskopları şunlardır:

• The Arecibo Ionospheric Observatory, Porto Riko.

• National Radio Astronomy Observatory (NRAO), Green Bank- West Virginia.

• Eski Sovyetler Birliği’ndeki sekiz tabaklı radyo teleskop.

• Kafkaslardaki büyük radyo teleskop.

• Allen Telescope Array (Şu anda full-time SETI çalışmasına hizmet ediyor)

• ABD’de SETI Projesi’nde 1979 yılından itibaren kullanılmaya başlanan çok duyarlı radyo teleskoplar. Bunlardan en büyüğü Arizona’daki radyo teleskoptur.

• 1995 yılında Avustralya’nın doğusundaki Parkes Kenti’nde, günümüzün en modern uzay haberleşme merkezi oluşturularak “Phoenix Projesi” adı altında çalışmalara başlandı.

Gökbilimciler, 1977 ila 1990 yılları arasında birkaç takımyıldızdan çok değişik bazı sinyaller almışlardı. Maalesef bu sinyaller açıklanamadı ve aralarından hiçbiri de yinelenmedi. İşte, tarihlerine göre o sinyaller:

Yay Takımyıldızı (15 Ağustos 1977): Yıllar önce, 15 Ağustos 1977’de sadece 72 saniye süren ve Dr. Jerry R. Ehman tarafından, Ohio Devlet Üniversitesi’ne ait Big Ear (Büyük Kulak) radyo teleskopunda dar bantlı bir radyo sinyali tespit edildi. Sinyal, dünya dışı hatta Güneş Sistemi dışı kökenli sinyallerden beklenen tüm özelliklere uyuyordu. Sinyalin yıldızlararası sinyallerden beklenen özelliklere tamı tamına uymasına şaşıran Ehman, bilgisayar çıktısındaki dizini daire içine almış, sayfa kenarına ”Wow!” yazmıştı. Bu ünlem daha sonra sinyalin adı haline geldi. Fakat bu sinyal sonradan yapılan tüm çalışmalara rağmen tekrar bulunamadı. ”Wow!” sinyalinin gerek uzunluğu, gerekse süresi Dünya dışı bir kaynağa işaret etmektedir. ”Wow!” sinyali hâlâ araştırılmakta, ancak ne olduğu hâlâ bilinmemektedir. (Bkz: “Wow!” Sinyali)

Yay Takımyıldızı (10 Ekim 1989): Harvard META (Megachannel Extra Terrestrial Assay) radyo teleskopundan alınan 40 sinyalden biri kaydedildi.

Başak Takımyıldızı (14 Ağustos 1989): META tarafından bir başka sinyal daha kaydedildi. Dünya dışı zekanın yayında olduğunu düşündüren türde bir sinyaldi.

Balık Takımyıldızı (16 Ağustos 1989): Bu kez de META tarafından kaydedilen sinyal belirli aralıklarla tekrarlanıyordu. Kontrol edilme aşamasında kesildi.

Kasiope Takımyıldızı (15 Ağustos 1989): Bu META sinyali bir yıldızdan çok Dünya dışı olası uygarlıklar tarafından veriliyormuş izlenimini yarattı.

Yılan Taşıyan Takımyıldızı (9 Mayıs 1990): Avustralya’da bulunan Parkes Radyo Teleskopu tarafından kaydedildi. Büyük bir olasılıkla Dünya dışı olası yaşamlar tarafından gönderildiği öne sürüldü.

Dünya dışı olası yaşamları aramak deyimi yerindeyse çelik gibi bir sabrı gerektirir. Yukarı da belirtilen ve tam olarak açıklığa kavuşturulamamış bu sinyallerin alınması bilim insanlarını bir anlığına da olsa heyecanlandırmış ve yılmayıp aramaya devam etme gücünü vermiştir. Dünya dışı olası yaşamların bizlere ulaşmak için yayın yaptıkları fikri çoğu araştırmacı için gerçekçi bir kanıt gibi gözükür. (Bkz: Fermi Paradoksu) Ama hatırlanması gereken bir nokta var: Bize ulaşan çoğu mesajın çözülememiş olarak rafa kaldırılması. Prof. Carl SAGAN’ın bu konuda güzel bir sözü var:

Sinyaller dünya dışı olası yaşamlar için basit olabilir. Fakat biz Dünyalılar, bu sinyallerin anlamını çözebilmek için belki de yıllar boyunca araştırma yapmak zorunda kalacağız. Dünya dışı olası yaşam formları için çok kolay olan bu sinyaller bizim için karmaşık ve gizemli olmaktan öteye gitmiyor.”

Her konuda, radyo astronominin uzayı tanıma ve anlama konusunda Dünya’ya büyük yardımları olduğunu inkâr edemeyiz.  Dünya’da bulunan en büyük radyo teleskop Porto Riko adasındadır. Cornell Üniversitesi uzmanlarınca yönetilen Arecibo gözlem çanağının çapı 305 metredir. Radyo-radar gözlem çanağının yansıtıcı yüzeyi, çanak biçimli bir vadiye daha önce yerleştirilmiş bir kürenin bölümünü oluşturur. Uzayın derinliklerinden radyo dalgalarını algılar. Aldığı bu radyo dalgalarını çanağın tepesindeki antene aktarır. Anten elektronik bağlantılarla kontrol odasıyla temas halindedir. Alınan sinyal kontrol odasında çözümlenir. Bunun tersine, teleskop bir radar vericisi olarak kullanılırsa, sinyalle beslenen anten çanağa sinyali geçirir, o da uzaya yansıtır (bkz: Dünyanın En Büyük Çanak Anteni) Oturup sadece onların mı bize ulaşmasını bekleyeceğiz, bu seferde biz harekete geçtik ve Dünya’dan bir mesajı “M13” adı verilen küresel yıldız kümesine göndermek için bu büyük teleskopu kullandık. Böylece yıldızlararası diyalog kurma isteğimizi Dünya dışı olası yaşam formlarına da anlatmaya çalışmış olduk.

Radyo dalgaları ışık hızıyla giderler. Bu da şu an ki teknolojimizle yıldızlararası bir yolculuğa çıkan en hızlı uzay aracından 10.000 kez daha büyük bir sürat demektir. Radyo teleskoplar, dar frekans dalgaları üzerinden öylesine yoğun sinyaller yayarlar ki, çok geniş yıldızlararası mesafelerde bile algılanabilirler.

Arecibo Gözlemevi, Samanyolu Galaksisi’nin orta yerinde 15.000 ışık yılı uzaklıktaki bir gezegende kurulmuş benzer bir gözlemeviyle iletişim kurabilir. Yeter ki, radyo teleskopumuzu hangi noktaya yönelteceğimiz bilinsin. İleri olası uygarlıklar haberleşme alanında radyodan daha öte yöntemler geliştirmiş olabilirler. Ne var ki radyo güçlü bir kaynaktır, ucuzdur, hızlı ve basittir. Bizim gibi geri kalmış teknolojiye sahip bir uygarlığın, göklerden mesaj alabilmek için radyo teknolojisine başvurmak zorunda kaldığını anlayabilirler. Ya da onlarda bizim seviyemizde olabilir ve radyo onlar içinde bir iletişim aracıdır. Kim bilir?

Evrenin büyüklüğü bize çoğu kez olası dünya dışı yaşamları desteklediğini söylese de, olumsuzlukları da göz önünde bulundurmamız gerektiğini her seferinde hatırlatıyor. Bazen de yeni dünyalara açılmamız gerektiğini söylüyor. Ancak şu anki teknolojimizle bu düşünce hayalden öteye gidemiyor. Dünyamızda hızlı nüfus artışı, merak ve keşfetme arzusu, azalan ve yok olan kaynaklar gibi nedenler bunlardan bazıları. Mars’ı dünyalaştırma ve yabancı dünyalardaki yaşam koşullarına alışma süreçleri şu an planlanan ve yapılan çalışmalar arasında. Gelişen teknolojimizle 500’ü geçkin gezegen bulduk ve bulmaya da devam ediyoruz.

Bir gün, biz de yalnız değiliz diyebilecek miyiz? Onlarla iletişim kurabilecek miyiz? Ya da bu “Büyük Sessizlik” yok olduğunda bencilliğimizden ve merkeziyetçi görüşlerimizden kurtulabilecek miyiz? Bunların yanıtını şu an tam olarak bilemiyoruz. Ancak şu bir gerçek ki bunlar olduğu zaman, evrenin sonsuzluğu ve kendi kararlarımızla baş başa kalmış olacağız.

Kaynaklar
BBC ”Yalnız Mıyız?” belgeseli 2 ve 3. bölümler
NTV Bilim Dergisi (Şubat 2011) 24. Sayı, 25-26-27-28-29-30 ve 31. sayfalar
NTV Bilim Dergisi (Ocak 2011) 23. Sayı, 50-51-52-53-54-55 ve 56. sayfalar
Ceviz Kabuğu’ programındaki Evren Kitabı (Stephen William HAWKING)
http://www.astronomidiyari.com/?p=3429
Evrende Yolculuk isimli kitap (Ali ANT)
http://tr.wikipedia.org/wiki/Wow!_sinyali
http://www.izafet.com/genel-kultur/468806-uzay-ve-yasam-olasiligi.html
http://rasathane.ankara.edu.tr/populer/pak/Evrende_yalniz_miyiz.pdf
Geo Dergisi (Ocak 2011)
Gökyüzü Atlası – Evrenin Keşfi: Yıldızlarla Gezegenler Arasında Bir Yolculuk
http://www.astronomidiyari.com/?p=2948
http://www.astronomidiyari.com/?cat=32 (Mars hakkında güncel haberler)

Beğen  
Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yapılan Yorumlar ( 0 )